Eğitim Niçin Var (4)

Eğitim Niçin Var? Sorusuna başlık yaparak başladığım yazımızda, yazıya başlamamın temel sebebini açıklamaya çalışmış, değerli eğitimci/ebeveynler ile yaptığım sohbette onlara yönelttiğim (“Eğitim Niçin Var?” , “Biz Eğitimden Ne Bekliyoruz?”) sorular aracı

Eğitim Niçin Var (4)

Okullarımızı Fonksiyonları Açısından Değerlendirmek Gerek…

Eğitim Niçin Var? Sorusuna başlık yaparak başladığım yazımızda, yazıya başlamamın temel sebebini açıklamaya çalışmış, değerli eğitimci/ebeveynler ile yaptığım sohbette onlara yönelttiğim (“Eğitim Niçin Var?” , “Biz Eğitimden Ne Bekliyoruz?”) sorular aracılığıyla, toplumdaki bilinç düzeyinin farkında olmak, sahada yaşanan olumsuzlukların temel sebebine dikkat çekerken, büyük fotoğrafa dönük düşüncelerimizi paylaşmak istemiştim…

Yazımızda, topluma ayna tutarken, bir eğitimci olmanın sorumluluğunda, nefsimizi sorgulayarak, slogandan uzak, mevcut durumun tespitinden hareketle, ailede başlayan, dışa doğru açılan, kurumsal gerçeklerin de normalin üzerinde etkilediği sosyal çevrede yaşanan hataların sebep ve sonuçlarını da ele almak isteğime işaret etmiş, ailede verdiğimiz (veremediğimiz yönleriyle) eğitime yansımalarını, yaratılanların en şereflisi olarak yaratılan insanı anlama, algılama boyutlarında yaşadığımız erozyona dikkat çekerken, eğitimdeki yozlaşmanın, yarına dönük risklerine dikkat çekmek istemiştim…

Süreçte yaşanan gelişmeler, kontrol dışı boyutlarıyla, hızla dijitalleşen günümüz aile yapımızda yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm, çocuklarımızın erken yaşlarında, örgün eğitim kurumlarına ittiği, geniş aileden kopuşun doğal sonucu olarak yaşanan, çocukların değer eğitiminde doğru modelden kopuşun yaşandığı da toplumsal bir vaka… Toplumun kahır ekseriyetinde çocukların (kısmen 2 yaşı da kapsayan) 3-4 yaş sonrasında kreşlere, okul öncesi kurumlara verildikleri toplumsal bir gerçek…

O nedenle yazımızın bu bölümünde “Okullarımızı Fonksiyonları açısından değerlendirmek istedim…

Birey, okul ortamında formal bir eğitim sürecine girmektedir. Bireyin eğitimi, bir anlamda toplumun sağlam ve sağlıklı temellere oturmasıyla yakından ilgilidir. Çünkü toplum kurumları, çeşitli alanlara ilişkin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için insan gücü talebinde bulunur. Ekonomik açıdan okul, bu taleple ilgili arzı sunan en önemli kurumdur. Kalkınmanın başta gelen etmenlerinden biri, toplum talebini karşılayacak şekilde bilgi ve beceriye sahip insandır. İnsanın istenilen vasıflarda yetişmesi de büyük ölçüde okulun görevini yerine getirip getirmemesine bağlıdır.

Okulun/okullarımızın:

. Bireye beden ve psikolojik gelişimini dikkate almadan bilgiler veren,

. Sosyal değer yargılarından doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-zararlı, güzel-çirkin ile ilgili ölçüler vermeyen,

. İnsana yaratılış özelliklerini, özellikle yetenek ve yeterliklerini, kişiliğini tanıtmayan ve iradesini terbiye edecek mekanizmalar geliştirmeyen,

. Bireyi bir makine gibi kabul ederek, onun devamlı fizik bünyesini besleyen, fakat duygu, fikir ve inanç yönünden zayıflamasına, öz kültür değerlerini kaybetmesine ve sonunda kendine ve kendi değerlerine karşı yabancılaşmasına sebep olan bir kurum olarak çalışması düşünebilir mi?

Böyle bir zihniyet ve tutum içinde yetiştirilen “insan tipi”yle, devletin varlığı, birliği ve bölünmezliğinin korunması; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasını tamamlaması tehlikeye düşmüş olmaz mı?

Eğitim sorunları tartışılırken bu gibi sorularla karşılaşılabilir. Sorunları çözebilmek ve eğitimdeki etkililiği artırabilmek için, hedef ve stratejiler dahil bütün etkenleri gözden geçirmek gerekir. Eğer çeşitli alternatifler karşısında bireylerden sağlıklı kişilik, millî kültür ve bilgi gibi niteliklere sahip olmaları istenirse, bu durumda okullarımızın, bireyi bilgilendirme ve ona meslekî formasyon kazandırmanın yanında, bireyin kişiliğini geliştiren, iradesini eğiten, tarihi ve kültürüyle (Varış,1988) irtibatını sağlayan kurumlar olarak çalışması gerekecektir.

Bu gerçekleştiği takdirde, mevzuat ve resmî açıklamalarda ifadesini bulan, okul-aile, devlet-millet, ordu-millet kaynaşmasının en üst seviyede oluştuğu ve devletini, vatanını, bayrağını seven ve koruyan kuşakların yetişmeye devam ettiği görülecektir.

Unutulmamalıdır ki insan beslenmesi, yemesi, içmesi, hareket etmesi ve cinsel yaşayışıyla değil, muhakeme gücü, irade ve ruh bütünlüğünün bir yansıması olan manevî fizyonomisi ve ahlâkî yapısıyla insandır. İnsan kendisine özgü bu ayırıcı özellikleriyle hayvanlardan ayrılır. Onun için hayvanlara, karakter, ahlâk ve kültür kavramlarının yüklendiği görülmez. Mesela, bir ineğe- eşeğe-ata-keçiye-koyuna, “ne kadar da ahlâklı, kültürlü ve şahsiyetli(!)” denilmez. Değil mi?

Sosyal değerler, toplum bireylerini birbirine yaklaştıran, bir arada tutan ve devamını sağlayan güçlerdir. Sosyal değerler, toplumun duygu ve düşüncelerini yansıtır. İnsanı insan yapan vasıfları koruyan sosyal değerler, temelde ahlâkî inanç ve ilkelere dayanır. İyilik, doğruluk, şefkat, himaye gibi manevî değerlere saygı, ulvî değerlere bağlılık toplumun temel bağlarıdır (Nirun ve arkadaşları,1986:38).

Tarih boyunca, bütün toplumlarda, hırsızlık, rüşvet, yalan, iftira, mala-cana tecavüz gibi, ahlâka ve hukuka aykırı eylemler şiddetle yasaklanmış, ceza karşılıkları tanımlanmıştır.

Her toplum, kendi manevî yapısını koruyacak kurumlar tesis etmiş ve bazı mekanizmalar geliştirmiştir. Avrupa’da bu mekanizmaların başında, kilise gelir. Kilise, okul ve aile ile birlikte bir üçgen oluşturmaktadır.

Toplumdaki kurumların bu üçgenin ahengini bozacak şekilde yapılaşması istenmez. Zaman zaman okul ve ailenin sahip olduğu değerler karşı karşıya gelseler de, bu değerler çatışmasının toplumu tehlikeye düşürecek boyuta ulaşmasına izin verilmez.

Bu yönde değenin korunması, geleceğin teminatıdır. Denge bozulur, bozulan dengenin topluma yansımalarında çatışmalar, sürtüşmeler başlamışsa, ahenk bozulmaya başlamış ve farklı değer ölçüleri ortaya çıkmış demektir. Bu da teknolojisinin bütün haşmetine ve kilisenin olağanüstü gayretine rağmen olmuşsa, burada durup düşünmek gerekir. Acaba insanı buhrana düşüren, strese sokan, akıl almaz çılgınlıklara iten ve neticede mutsuzluğuna yol açan gerçek sebep nedir?

Bizde durumun nasıl olduğu sorusunun da gönül dünyamızda tartışılması gerekmiyor mu?

Okul ve ailenin sahip olduğu değerler karşı karşıya geliyor mu?

Korunması gereken dengenin olumsuz etkilenme düzeyinin ne aşamada olduğu, bozulan dengenin topluma yansımalarında çatışmalar, sürtüşmeler başlamış mı? Sorularının irdelenmesi gerektiğini düşünüyoruz…

Gözden kaçırmamak gerekir ki; okulun, temel fonksiyonundan “SAPMA” bedeli ağır olur…

Sosyal olayların sebeplerini, kesin olarak belirlemenin zorluğu ortadadır. Ancak, nesiller arası farklılaştırmayı doğuran ve kişilerin kendi kültür değerlerine karşı yabancılaşmasını hızlandıran faktörlerin başında okulun, daha doğrusu yanlış eğitim politikaları uygulayan eğitim sisteminin geldiği de bir gerçektir.

Bu durumda zaman zaman okulun:

Çift kişilikli, ikiyüzlü, düşüncesini rahatça ortaya koyamayan, karşısındakinin eğilimine göre fikir değiştiren, ezik, medenî cesaretten mahrum ve korkak kişiler yetiştiren,

Öğretim süreçlerini adeta bireyin kişiliğini öldürmek için bir baskı aracı şeklinde kullanarak, topluma, düşüncesiz, amaçsız, iradesiz, kısaca, “bukalemun tip”te insanlar sevk eden,

“Halka rağmen halk için” zihniyetinde olduğu gibi, “insana rağmen insan için” onun hayat damarlarını kesen”

Bir kuruma dönüşmesi, zaman zaman belirlenmeyen/belirlenemeyen sebeplerle, kurumların varoluş amacından sapması da gözden kaçan bir başka sorun olduğunu düşünüyoruz.

Gözden kaçan, öncelikleri değişen aile ve toplumda değişen öncelikler kaynaklı, pek de önemsenmeyen bazı nedenler ile “Okul, bireyi ve toplumu heba etmektedir. Okul hayal kırıklığına neden olmaktadır.” (Varış, 1988:15) diyen Illıch, toplumu daha ileri hedeflere ulaştırabilmek için, okulu çok sert bir dille eleştirmiştir. Böyle bir okulun bilimsel bilgi ürettiğini ve bilimsel yöntemleri kullandığını ya da kullanabileceğini düşünmek çok zordur. Bu yaklaşım tarzı, bireyleri rahatsız ettiği kadar, demokratik gelişmenin önünde de büyük bir engel oluşturduğu söylenebilir. Elbette okulun gerçek fonksiyonu bu değildir. Eğitim kurumlarından da böyle bir insan tipini yetiştirmesi beklenmemektedir.

Eğitim süreci içinde okulun en önemli görevi kişiliği geliştirmektir. Demokratik eğitimde okul, öyle bir kurumdur ki, demokrasinin ihtiyacı olan insan tipini oluşturur (Varış,1988:134).

Kişilik, dinamik, her zaman hareket halinde, değişebilecek olan bir yapı olmakla birlikte oldukça sürekli ve kararlı bir nitelik taşır. Kişiliğin temel alt yapısı, bireye ilişkin kalıtımsal ve çevresel etmenlerdir. Kalıtım ve çevre etkileşiminin bir ürünü olarak oluşan bireyin kişilik ve benlik yapısı gelişim süreci içinde zamanla kazanılan bir özelliktir (Özgüven, 2002).

Bireyin yetenekleri içinde bir de iradesi vardır. İrade, belirli bir amaca yönelik bilinçli karar verme yeteneğidir. Bilinçli olan bütün tutum, davranış ve eylemlerde irade önemli rol oynar. İnsanın günlük yaşamında karşılaştığı sorunları çözmek, gerekli davranışları yapmak, uyum sağlamak için kullandığı en önemli güç, iradedir. İradeli bir davranış için, kişi önce bir tasarım evresinden geçer. Bundan sonra zihinde, bu tasarımın istenip istenmediği tartışılır. Davranışı oluşturacak bir karara varılır ve bu karar uygulanır. İrade, kişilik yapısına, duygulanım ve coşku durumuna, içinde yaşanılan çevre ve şartlara göre değişiklik gösterir (Köknel,1985:221).

Kişiliğimizi oluşturan güçler arasında zekâ da vardır. Zekâ, kişinin yeni durum, engel ve sorunlar karşısında deneyimlerinden ve öğrenmelerinden yararlanarak o an için gerekeni yapması, uyumu sağlayabilmesi, yeni çözümler bulabilmesi yeteneğidir. (Köknel,1985:50-51). Hususları göz önüne alındığında; eğitim etkinliğinde, insanın tanınması, dolayısıyla bireysel özelliklerinin keşfedilmesi çok önemli bir yer tutmaktadır.

Eğitim etkinliğinde, insanın tanınması, dolayısıyla özelliklerinin keşfedilmesi önemli bir yer tutmaktadır.

Bu büyük fotoğrafın farkındalığı ile ailede başlayan, toplumun her katmanında büyük kabul gören sorunların çözümü yönünde, mevcut örgün öğretim kurumlarımızın fonksiyonları da göz önünde bulundurularak, insanın yaratılış itibari, psikolog, sosyolog, antropolog, biyolog, fizyolog gibi çeşitli bilim dalları verilerine dayalı ele alınarak, eğitim sürecinin yapılandırılmasının tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. (Devam edecek)

Kaynak:

1. Varış, F. (1988). Eğitim Bilimine Giriş. Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları.

2. Nirun, N.& Baykurt N. ve Öner, A. (1986). Sosyoloji. İstanbul: MEGSB Yayınları.

3. Özgüven, İ.E. (2002). Bireyi Tanıma Teknikleri. Ankara: PDREM Yayınları.

4. Köknel, Ö. (1985). Kaygıdan Mutluluğa Kişilik. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Yorum yazarak topluluk şartlarımızı kabul etmiş bulunuyor ve tüm sorumluluğu üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan kamubiz.com İnternet Sitesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazar Yazıları Haberleri